Biliyormusunuz

Avrupa 1000 yıl neden yıkanmadı …

Genel sağlık ile temizliğin birlikte yürüdüğü bugün herkes tarafından kabul ediliyor. Ancak, ayıplandığı ve ahlaksızlıkla bir tutulduğu günlerin üzerinden çok geçmedi…

W T. Sedgwick, 1908 yılının önde gelen “Halk Sağlığı Kitabı”nda “salgın hastalıkların kontrolü açısından kişisel hijyenin önemi”ni vurgulamak için şöyle diyordu: “Estetik görünüm açısından sadece pisliğin yokluğu yeterli değildir…”

Temizlik “uygunsuz” görülmüş ve dinsel açıdan yasaklanmıştı

Sedgwick’in bu görüşleri. Amerika’da kişisel hijyenin fazla yaygın olmadığı bir dönemde gündeme gelmişti. Üstelik Avrupa ve Amerika’da, tarihin önemli bir kısmında temizlik “uygunsuz” görülmüş ve dinsel açıdan yasaklanmıştı. Din adamları, halk ve aynı şekilde krallar da bir ömür boyu yıkanmadan mutlu yaşamışlardı.

Aziz Francis: “…yıkanmamış vücut dindarlığın işareti”

Roma hamamlarında yaşanan sefahatin ardından, Erken Hıristiyan kilisesi temizliği çok çabuk safdışı etmişti. 6. yüzyılda da Aziz Benedict, iyilere ve özellikle gençlere seslenirken, “banyo ancak bazı durumlarda izne tabidir” diyordu. Aziz Francis ise, “yıkanmamış vücudun dindarlığın işareti” olduğunu söylüyordu. Kastilya Kraliçesi İsabella yaşamında sadece iki defa banyo yapmış olmakla övünmüştü; doğumunda ve evliliğinden önce…

Amerikada banyolar kanunlarla yasaklanmış veya kısıtlanmıştı

Amerikalı kolonicilerin liderleri, rastgele cinsel ilişkiyi çağrıştırdığından banyoyu ve çıplaklığı hiç de “masum” bulmuyorlardı. Pennsylvania ve Virginia eyaletlerinde kanunlar banyoyu ya yasaklıyor, ya da sınırlar getiriyordu. Philadelphia’da bir dönem, bir ay içerisinde birden fazla banyo yapan kişiler hapse bile atılmıştı…

İngiltere’de su sorunu

Ben Gurion Tıp Fakültesi’nden V.W. Greene, o dönemlerin İngiltere’sinde ise istendiği halde banyo yapılamadığını söylüyor: “Akan su bulunamıyordu, nehirler yıkanmak için soğuktu, yakıt ise pahalıydı ve sabun bulmak kolay değildi. Kişisel temizlik için bir serbesti tanınmıyordu; çünkü temizlik halk kültürünün bir parçası değildi…”

Hastalık yüzünden genç yaşta ölümler çoktu

19. yüzyılın büyük bir kısmında, Avrupalılar ve Amerikalılar müthiş bir pislik içinde yaşamışlar ve birçoğu buna bağlı hastalıklar yüzünden genç yaşta ölmüşlerdi. 1800’lerdeki ölüm oranı, çocuklardaki ishal yüzünden görülen kayıplar sonucu inanılmaz boyutlara ulaşmıştı. Çünkü anneler, tuvaletlerini yaptıktan sonra ellerini yıkamıyorlardı ve bebeklerine bakterileri geçiriyorlardı. Daha sonra, yüzyılın bitimine doğru çocuklarda görülen ölüm oranı makul bir düzeye indi.

Kişisel temizlik, din, kültür ve teknolojinin büyük etkisi altında

Tarih boyunca kişisel temizlik, din, kültür ve teknolojinin büyük etkisi altında kaldı. İddiasız pek çok uygarlığın temizliğe önem vermesine rağmen, güçlü ve gösterişli toplumlar temizlikten sakınmışlardı. Örneğin Polinezyalılar, adalarına gelen Avrupalı araştırmacılardan çok daha temizlerdi. Yıkanma olgusu, arzuya bağlı bir sonuç olarak, sosyal birliktelik, zihinsel ve fiziksel rahatlama ile tıbbi tedavi gibi sıhhi açıdan pekçok fonksiyonu beraberinde getiriyordu. Amerikalı Kızılderililerin ter banyosu, İslam toplumlarının buharlı hamamları ve Hintliler’in Ganj Nehri’nde yıkanması ise, bedensel temizlikten çok manevi arınmayla ilgiliydi.

Arkeolojik araştırmalar

Arkeolojik araştırmalar, Gazze’de 5000 yıllık bir banyo geçmişi olduğunu ortaya koyuyor. Babil’de bulunan, içinde sabun benzeri bir madde çıkan kil kaplar M.Ö. 2800 yıllarına tarihleniyor. Ortadoğu çöl ikliminde, İbrahim dönemi öncesinden itibaren, ülkeye dışarıdan gelen ziyaretçilerin tozlu ayaklarını suyla yıkamaları bulunuyordu.

İlk bilinen banyo küveti Minos uygarlığına ait

Ancak, ilk bilinen banyo küvetleri,Girit’teki Minos uygarlığı dönemine aitti. M.Ö. 1700 civarında efsanevi Kral Minos için yapılmış olan bu küvetler, muhteşem Knossos Sarayı’nda bulunuyorlardı ve bugünkü modem küvet ölçülerindelerdi. En etkileyici olan tarafları ise bu kraliyet küvetlerine bağlı su tesisatıydı. Her biri suya tazyik sağlamak, dolayısıyla tıkanmayı önlemek amacıyla ucuna doğru incelen terrakota (pişmiş toprak) künkler, çimento benzeri bir harçla birleştirilmişlerdi. Bu teknolojileri, Minoslular’ı hidrolojik açıdan diğer insanlardan üstün kılıyordu.

Mısırlılar da temizlik önemliydi

Mısırlılar ise böyle bir sistem geliştirememelerine rağmen temizliklerine düşkünlerdi: taze dokunmuş keten giyiniyor, vücut yağları, günlük cilt bakımı ürünleri ve koku kullanıyorlardı, Bu insanlar. M.Ö. 1500’lere ait Ebers Papirüsü’nde anlatılanlara göre, deri hastalıklarından korunmak için, hayvan ve sebze yağları ile alkalinli tuzdan elde edilmiş sabunsu bir maddeyle yıkanıyorlardı.

Mısırlılar, aynı zamanda yıkanmak için Nil’i de kullanıyorlardı. Firavunun kızı bir gün Nil’de yıkanırken, gözüne suyun kenarında duran bir hasır sepet ilişmişti. Sepetin içinde, büyüdüğünde bir dini lider ve kanun adamı olacak küçük bir çocuk vardı. Temizliğin öncüsü Musa dini hükümler kadar temizlik kriterleri de öne sürmüştü. Dini arınmışlığın işareti olarak, İsrailoğulları’nı elbiselerini temiz tutmaya çağırıyordu. Din adamları, çadırlarına adım atmadan önce el ve ayaklarını pirinç bir leğende yıkamak zorundaydılar. Ancak, bu davranışlarda dinden öte bir şeyler de vardı; Musa, zarar verici boyutlara ulaşarak kavmini tehdit eden pisliğin farkına varmıştı. Ona göre temizliğin noksanlığı “öldürücü”ydü, hastalık demekti. Çünkü cüzzam ve pislik eş anlamlı sayılıyordu.

Yunanlılarda temizlik önemliydi ama aşırıya kaçmamak kaydıyla

Yunanlılar’a bakacak olursak, onlar da kirli sayılmazlardı. Hatta temizliği ödüllendiriyorlardı. Sabun kullanmamalarına rağmen, vücutlarını yağ ve küllerle sıvadıktan sonra. kum ya da süngertaşı parçalarıyla fırçalıyor ve “strigü” denen kavisli metal bir aletle vücutlarında oluşan tabakayı kazıyorlardı. Bunu, suya girerek yıkanma ve zeytinyağı ile yağlanma izliyordu.

Homeros, kişiye özel, çoğunlukla misafir için ayrılmış, sıcak suların aktığı düz teknelerden oluşmuş Grek hamamlarını övüyordu. Halka açık hamamlarda da yıkanma odası ve “laconium” olarak bilinen sıcak hava odası bulunuyordu. Bu oda, genellikle “gymnasium”a ek olarak hizmet vermesi için düşünülmüştü. Ancak Yunanlılar’ın su kullanımı azdı; temizlik ödüllendiriliyordu ama aşırıya kaçmamak kaydıyla… Bir keresinde Demostenes, “sürekli yıkanmak”tan işini yapamayan yabancılardan şikayet etmişti.

Yıkanmanın zirvesinde bir ulus Romalılar

Yıkanmanın zirvesinde bir ulus olarak, Romalılar’ın hamamlara aşırı düşkün oldukları anlaşılıyor. Roma hamamlarında, yer döşemesinin altından ve duvarların içinden geçerek sıcaklığın binaya dağılımını sağlayan, “hipokaust” (cehennemlik) denen bir ısıtma sistemi bulunuyordu. Böylece binada etkili ve kalıcı bir sıcaklık sağlanabiliyordu. Romalılar, bu sistemle en büyük zevklerini tatmin etmişlerdi. M.S. 4. yüzyılda, Roma’da 11 büyük ve muhteşem umumi hamam binası, 1350’den fazla çeşme, sarnıç ve yüzlerce özel hamam bulunuyor, 13 su kemeri şehre hizmet veriyordu. Roma’da kişi başına düşen ortalama su tüketimi ise 1350 litreden fazlaydı. Bu miktar, bugün neredeyse 5-6 Türk ailesine yetecek kadardı.

Lawrence Wright’ın 1960’ta yayınladığı “Temiz ve Ahlaklı” (Clean and Decent) kitabında, “Roma umumi hamamları, toplumsal hayatın merkeziydi ve banyo yapmak en temel sosyal görevdi. En mükemmel mimari ve konstrüksiyonel tasarımlar hamamlara aktarılmıştı” diye yazıyor. Seneca’nın notlarına bakılırsa, imparatorluğun en erken günlerinde bile, Romalılar haftada en fazla bir kere kendilerini yıkayarak arındırırlardı. Şehirliler, daha sonra bu sayıyı “balneum” denen küçük banyo evleriyle artırmışlardı. 

İlk “therme” (hamam binası) MÖ.25’te yapıldı

M.Ö. 25’te İmparator Augustus’a en yakın kişi olan Agrippa, ilk “therme”yi (hamam binası) tasarlamış ve inşa ettirmişti. Böylece, Romalılar banyonun altın çağını başlatmış oldular. Ardından gelen imparatorlar, gittikçe artan sayıda hamam binası ve beraberinde spor, tiyatro, müzik, hatta uyuma aktivitelerine de sahip olan hamam kompleksleri yaptırdılar. Ücretsiz, ya da az bir miktar ücretle hizmet veren hamamlar imparatorların popülaritesini de artırıyordu. Wright, kitabında, İmparator Caracalla’nın (M.S. 206-217) yaptırdığı hamamın, Londra’daki St. Paul Katedrali’nden 6 kat daha fazla, (25.000 metrekareden fazla) yer kapladığını ve burada aynı anda 1600 kişinin yıkanabildiğini yazmıştı. MS. 305’te yapımı sona eren İmparator Diocletian’ın (M.S. 298-306) inşa ettirdiği hamam, 11 hektarlık bir alana yayılıyordu ve yüksek tavanlı mermer salonu 3200 kişiyi ağırlayabilecek büyüklükteydi. Bina bugün Michelangelo’nun restorasyonu sayesinde kilise olarak kullanılıyor. 

Therme’lerin ilk yıllarında, kadın ve erkek bir arada yıkanamıyorlardı

Wright kitabında, “hiçbir yetişkin ve çocuklu kadının hamamlara kabul edilmediği”ni yazmıştı. Pompei’de kadın ve erkek için ayrı üniteler mevcuttu. Ancak Roma’da hamamlar, gelişigüzel cinsel oyunların oynandığı “sefahathaneler” haline geldi. Öyle ki, bazıları genelevlerin bir uzantısı olmuştu. Bu noktadan yola çıkan bazı araştırmacıların, “Romalılar’ın yıkanma takıntısının imparatorluğun çökmesine yardımcı faktörlerden biri olduğu”nu söylemelerinin nedeni de buydu. Hamam geleneği Bizanslılar’ca da sürdürülmüştü. Ancak, bu dönem hamam binaları, Roma ihtişamından oldukça uzaktı.

Roma banyo geleneği kasten mi engellendi?

Hijyen konusuna geri dönersek; Prof. Greene’ne göre Erken Hıristiyanlık dönemi rahipleri, vücut temizliğini, lüks, materyalizm, paganizm ve Romalılar’ın hayvansı hisleriyle bir tutmaya başlamışlardı. Birkaç yüzyıl boyunca, Yunan ve Romalılar’ın gerek özel gerekse genel temizlik alışkanlıkları unutuldu, ya da Greene’in iddia ettiği gibi “kasten bastırıldı”. Ortaçağ boyunca Avrupa, bugün sıklıkla söylendiği gibi. “1000 yıl banyosuz yaşadı”…

Oysa, papa olan ilk keşiş Büyük Gregory. “vakit kaybettirecek bir lüks” durumuna gelmediği sürece pazar banyolarına izin vermişti. Gregory’nin hijyene karşı olmadığı bu örnekten belliydi. Bazı din adamları, karanlık çağlar boyunca kültür ve bilimin bekçileri olan Avrupa manastırlarında, Roma’nın bazı hidrolojik teknolojilerini ve temiz­lik alışkanlığını sürdürdüler; her yıl belli zamanlarda, manastırın ısınma odasında sıcak su ve sabunla yıka­nıyorlardı.

Manastır dışında temizlik, sosyal sınıflara göre değişiyordu

17. yüz­yılın sonlarına kadar çatal kullanımı yaygın olmadığından, Ortaçağ sos­yetesi ellerini yemeklerden önce ve sonra yıkarlardı. Birçok malikane­de, su tekneleri ve baş yıkamak için kullanılan sürahiler ile aile ve misa­firlerinin su sıcak olduğu zaman at­ladıkları günlük büyük küvetler bu­lunuyordu.

Aynı sıralarda İslam dünyası

İslam peygamberi Hz.Muhammed ( S.A.V.) “Temizlik imanın yarısıdır.” demişti. Her gün 5 vakit kılınan namaz öncesi alınan abdest bir temizlikti. Gusül abtesti ile tüm vücut yıkanıyordu. Giyilen kıyafetlerinde sık sık temizlenmesi emredilmişti. İslam dini “Taharet” i emretmiş, cinsel uzuvlardaki pisliklerin yıkanması istenmiştir. “Necasetten Taharet ve Hadesten Taharet ” kavramı ile tüm beden ve yaşam alanının temiz olması emredilmişti.

Haçlılar hamamları Avrupa da tekrar canlandırdılar

Haçlı Seferleri sırasında bu ha­mamları tanıyan Hıristiyanlar, ülke­lerine döndüklerinde bu fikri Avru­pa’da tekrar canlandırdılar. “Stew” (umumhane) denen bu hamamlar. İngiltere ve Fransa’da oldukça po­püler oldu. Ancak bu yapılar, Roma’daki öncüleri gibi giderek kötü­ye kullanılmaya başlandı. Bazıları röntgenleme amaçlı galerilerden oluşan bu yapılar, zina merkezi ol­maya başlamıştı. Hastalık yaymala­rı ve ahlak dışı işlerin döndüğü yerler olarak kiliseye bağlı çevrelerin hoşnutsuzluğunu çekiyordu. Öyle ki, 1500’lerde, 8. Henry’nin hüküm sürdüğü dönemde, İngiltere’nin ço­ğu “umumhane”si kanunlarla kapa­tıldı. 1538’de I. François, bütün Fransız umumhanelerinin kökünü kazıdı. Böylece 100 yıldan fazla bir süre halk hamamları Avrupa’da kay­boldu. Bu dönemde de çok az kişi, o da ancak sağlık sebepleriyle, kendi kendine temizliğini sürdürebilmişti.

Sıcak su­ ahlakı bozucu duyguları canlan­dırır

Bir 16. yüzyıl uzmanı, sıcak su­yun ahlakı bozucu duyguları canlan­dırdığını öne sürmüştü. 1600’lerin sonunda Fransa, Almanya, Belçika ve İngiltere’de canlanmaya başlayan halka açık hamamlar ancak görü­nüşte sağlıklıydı. Bir yüzyıl sonra, “temizlik, tanrısallığa yakınlıktır” diyen, “Metodizm”in kurucusu John Wesley, soğuk banyonun, tümörden körlüğe kadar tam 50 illete iyi gel­diğini anlayabilmişti. Büyük kaplıcalardaki maden sularının sağlığa, gençliğe ve doğurganlığa iyi geldiği söyleniyordu ama, bu sular özellik­le seksi teşvik ediyordu. Karlsbad, Marienbad ve benzeri kaplıcalarda kibar bayanlar, “hamam gölgeleri” denen partnerleriyle tanışıyorlardı.

Banyo lüks sayılıyor ve vergiye tabi

Banyo, özellikle kraliyet çevresi ve varlıklı çevrelerce, temizliği pek fazla çağrıştırmıyordu. Fransız sa­raylarında görkemli küvetler yapıl­mıştı. İngiltere’de halk tabakası için aynı şartlarda banyo yapmak im­kansızdı, lüks sayıldığı ve yüzde yüz vergiye tabi olduğundan, sabun bütçelerini zorluyordu. Kalabalık Londra’da temizlik ve su dağıtım sistemleri, Roma ve Girit’teki sis­temlerle yarış edecek düzeye ulaş­mıştı. Buna rağmen, temizliğe karşı genel bir isteksizliğin oluştuğu Dickens dönemi, korkunç bir pislik içinde geçti.

Greene, “İnsanlar sürekli zehir­lerden ve kirlilikten önceki güzel günlerden söz ediyor ama, Avrupa ve Amerika’nın o eski güzel günle­rinde insanlar, insan ve hayvan dış­kılarıyla pislik içinde yaşadılar, ırmaklar kirliydi, kıyafetlerine ise mikroptan yanaşılmıyordu” diyor. Hastalıklar iyiden iyiye yayılıyordu. Bugün araştırmacılar, zaman içinde aşı ve antibiyotik gibi önemli fak­törlerin tıp biliminde yer almaya başladığına işaret ediyorlar. Ayrıca, bu dönemde sütün pastörize edilme­si ve yiyecek ıslahının da gelişmeye başladığı görülüyor. Bütün bunlar­da; kitlelerde gelişen temizlik anla­yışı, çöplerin toplanması, lağım ve içilebilir suların ayrılması önemli rol oynuyordu. 1842’de, İngiltere Fakir Yasası Komisyonu sekreteri olan Edwin Chadwick’in açıklama­sına göre; pislik hastalığa, hastalık gelir ve dolayısıyla güç kaybına ne­den oluyordu. Chadwick aynı za­manda, bakanlığı, çalışan sınıfın te­mizlik standartlarını geliştirmesi konusunda harekete geçirmişti. Bu çabalar sonucunda, Parlamento 1846’da, “Halk Hamamlarını ve Yı­kanma Evleri Hareketi”ni onayladı ve Gladstone, 1853’te sabun vergisini kaldırdı. Bu, İngiltere hazinesi için her sene bir milyon pound de­mekti ama, Harvard bilim tarihçisi Dorothy Porter’m günümüzdeki araştırmalarına göre, pislik ve buna bağlı yoksulluk İngiltere’ye çok da­ha pahalıya maloluyordu.

Londra’da halka açık yıkanma evleri çoğalıyor

1860’ta, Londra’da sayısı 10 olan, halka açık yıkanma evleri, bir milyondan fazla sayıya yüksel­tildi. Bu hareket Amerika’ya da ya­yıldı. “Amerikan Tıp Topluluğu Dergisi”nin 1892 Ekim sayısında; korunma tedaviden daha iyi oldu­ğu takdirde, halka açık büyük bir hamam kurmanın, hastane inşa et­mekten daha ucuza malolacağı yazmaktaydı. 

Türklerde yıkanma ve hamam geleneği

Türkler’de yıkanma kültürüne genel olarak baktığımızda, is­lamiyet öncesi ile sonrası arasın­da oldukça büyük bir fark görü­rüz.

Türklerin inanç ve düşünce yapısında bir kısım su kaynakları (pınar, ırmak ve göl vb.) kutsiyet kazanmıştır. Sahip olduğu bu anlamdan dolayı Orta Asya Türklerinde, Oğuzlarda, Sibirya ve Altayların Türk topluluklarında suyu, tükürerek veya abdest bozarak kirletmek ve hatta bazı hallerde onu temizlik aracı olarak kullanmak yasaklanmıştır. Mesela İbn Fadlan, Oğuzların suyu temizlik amacıyla kullanmadıklarını bildirir.12 Türklerdeki bu âdet, XIII. yüzyılda Cengiz Han tarafından yasa ile kanunlaştırılmıştır.

Orta Asya’dan Anadolu’ya ge­len Selçuklular, vücut bakımı ve dinin gereği olan temizlik için ba­sit yapılar yaptırmışlardı. Türkler Anadolu’ya geldiklerinde Bizans hamamlarını değişiklikler yaparak kullandılar. Bu hamamlarda bulunan su tek­neleri ve yıkanma havuzları İslam anlayışına uymuyordu. Ancak, bu suların bazı hastalıkların tedavi­sinde kullanıldığı bilindiğinden, havuzlara girmek için vücudun temiz olması şart koşulmuştu. Türkler’de yıkanma unsuru önemli olduğundan, hamamın sı­radan bir insanın yaşamında bile ayrı bir yeri vardı. Saray ve ko­naklarda bulunan özel hamamla­rın yanısıra, halkın ihtiyacını kar­şılamak için çok sayıda lüksten uzak halk hamamları yaptırılmıştı. Bu hamamlar, her şehir ve kasa­bada, hatta çarşı içlerinde bile bulunuyordu. Birçoğu hükümdar veya zengin kişiler tarafından yaptırılmıştı.

Hamamlar, genellikle kadın ve erkeğin ayrı yıkanmasına olanak tanıyacak şekilde inşa edilmişti. Bu tür hamamlara “çifte hamam” deniliyordu. Kadınlara ait olan kısmın kapısı dışarıdan içerisi gö­rülmeyecek şekilde çıkmalı yapıl­mıştı ve bu kapıdan çoğunlukla arka sokağa çıkılıyordu. Bu şekil­de inşa edilmeyen hamamlarda, kapıya asılan renkli bir havludan o saatin kimlere ayrıldığı anlaşılı­yordu.

Osmanlı kültüründe hamamlar kadınlar için çok özeldi

Giderek Osmanlı kültürünün önemli bir parçası haline gelen hamamlar, özellikle kadınlar için zaman zaman tüm günün geçiril­diği mekanlar olabiliyordu. 16. yüzyılda kadınlar, kalabalık grup­lar halinde hamama gider, birbir­lerini yıkarlardı. Bazen öğle ye­meklerini de beraberlerinde götü­rerek akşam yemeği saatine ka­dar hamamda kalırlardı. Erkekler hamamında peştemalsiz dolaşılmazdı. Soyunduktan sonra kıya­fetleri için bakıcı tutan erkekler, hamamdan çıkarken kendilerine hizmet eden kişilere bahşiş verir­lerdi. Eski istanbul’da kadınlar ha­mamı, 10-15 günde bir tüm eğlen­cesi hamama gitmek olan kadın­lar için, tam anlamıyla bir cümbüş yeri olurdu. Hamama yıkanmak, zaman geçirmek için gidilmesinin yanısıra, “gelin hamamı“, “kırk ha­mamı” gibi özel nedenlerle de gi­dilirdi. Bazı yatırların bulunduğu yerlerdeki hamamlar ise şifa kay­nağı olarak kabul edilirdi. Hastalı­ğı olanlar buralara gelirler, içi okunmuş bakır tastan su içer ve yıkanırlardı. Saray hamamları kuşkusuz daha gösterişli ve süslü yapılardı. Bu hamamlardan sade­ce saray halkı yararlanabiliyordu. Topkapı Sarayı’ndaki “Hünkar Ha­mamı” saray hamamlarına iyi bir örnektir.

Bu tür hamamların ortasında yıldız biçiminde olan “hünkar ma­halli” olurdu. Kenarlarda ise, göz­delerin hücreleri vardı. Evliya Çe­lebi, Topkapı Saray Hamamı’nı “gümüş ve altın musluklardan sı­cak ve soğuk suların ince oyma­larla süslü mermer kurnalara ak­tığı bir yer” olarak anlatmaktadır. Hamamın soyunma yerinde ise altın ve gümüş kakmalı sedirler bulunuyordu. Aynı şekilde, hare­me ayrılmış hamamlar da aynı lükse sahip yerlerdi.

Osmanlılar’da hamamlar iyi ge­lir getiren kuruluşlardı. Bu neden­le sayıları hızla artmış, su ve odun tüketimi inanılmaz boyutlara ulaşmıştı. 18. yüzyılda bu artışı sı­nırlayabilmek için bazı önlemler alınmıştı. 

Hangisi daha temizleyici? Duş mu küvet mi?

Temizlenmenin en iyi yolu konusunda herzaman bir tartışma sürmüştür. Duş, daha canlandırıcı olması açısından tercih edilirken, su dolu küvette uzanmanın fizyolojik olduğu kadar psikolojik yararlan da olduğu söylenir. Sıcak suyun içinde uzanmanın yararı, kaslarımızı gevşeterek gerginliği azaltması ve deri yüzeyine yakın olan kan hücrelerini canlandırarak kan basıncının arttırmasıdır.

Amerikan Sabuncular Birliği, gerçekten temizlenmek istediğimizde, vücudumuzdan yağı, kiri ve ölü hücre parçalarını atmamız gerektiğini, duşla bunun mümkün olmadığını belirtiyor, Duşta istediğimiz kadar liflenelim, deri parçalarından kurtulmak için vücudun suyla tam temasını sağlayan “fırçalanma” gerekiyor. Oysa sabunlu su, aynı zamanda derinin içine işleyerek, suyun deri yüzeyine yaptığı gerilimi azaltıyor. Böylece deri parçalarından kurtulmuş oluyoruz. Bir başka deyişle, iyi bir “temizlik” için küvet şart. Ne var ki, küvete doldurduğumuz suyun yüzeyine biriken kirler bu yöntemin negatif yönünü oluşturuyorlar. Küvetten çıktığımızda vücudumuza tekrar yapışan bu tabakadan ancak duş alarak kurtulabiliyoruz…

Romalılar’ın standartlarına göre hepimiz barbar sayılıyoruz

Bir araştırmaya göre, Amerikalılar ortalama 11 dakikalarını duşta, 20 dakikalarını ise banyoda geçiriyorlar. Bu süre, kapsamlı bir temizlik için iyi bir zaman olarak kabul ediliyor. Uzun süre banyoda kalan Japonların ise, bizden daha titiz oldukları bir gerçek. Ancak, önce terleyen, sonra fırçalanan ve ovalanan ardından “strigil”le derilerini kazıyan Romalılar’ın standartlarına göre hepimiz barbar sayılıyoruz.

Romalılar için banyo, sadece yıkanılan yer değildi. Kişinin rahatladığı, gevşediği ve bitiminde kendini zinde hissettiği yerdi, İngiliz devlet adamı Winston Churcill de buna inanıyor ve hergün iki kere yıkanıyordu. Onun kendini en iyi hissettiği anlar, Chart-well’deki küvetinde şarkı söyleyerek, konuşarak geçirdiği zamanlardı. Parlamento’ya gitmeye ancak böyle hazırlanıyordu…

Kokunun suçlusu bakteriler.

Aslında kokan, insan vücudu, ya da terin kendisi değil. Deride iki milyondan fazla ter bezi bulunuyor ve bu bezlerinden salgılanan ter aslında temiz ve kokusuz. Ancak, deri yüzeyinde yaşayan çok çeşitli zararsız bakteri, vücudumuzda ve elbiselerimizde bulunan deri parçalarından besleniyor. Yeme ve fazlalıkları atma işlemleri sırasında bu bakteriler kötü kokuya sebep oluyorlar.

Napoleon:”Üç hafta içinde evde olacağım, sakın yıkanma…”

Apokrin ter  bezleri, vücutta ağırlıklı olarak koltuk altında ve kasık çevresinde bulunuyor. Bunlar özellikle huzursuzluk ve seksüel uyarılma esnasında dışarıya hafif bir koku salgılıyorlar. Bilimadamları, hayvanlarda oluşan bazı kimyasal olayların karşı cinse karşı kışkırtıcı olduğunu, aynı durumun insanlarda da geçerli olmasının hiç de şaşırtıcı olmadığını düşünüyorlar. Bu hipotezi destekleyen en ünlü örnek ise Napoleon Bonaparte’tan… Napoleon, seferinin sonuna yaklaştığında karısı Josephine’e, şu mesajı göndermişti: “Üç hafta içinde evde olacağım, sakın yıkanma…”

Hamamlardan, Fin saunalarına kadar banyonun her türlüsü temizleyici olabiliyor. Teri havluyla silmek, geride az da olsa koku yayacak bakteri bırakabiliyor. Ama çoğumuz, su ve sabuna güveniyoruz. Yağ ve alkaliden yapılan sabun, kirden kaynaklanan yağ ve bakterileri su ile geçici olarak yok ediyor. 

İki farklı banyo: Furo ve sauna

Japonlar’a özgü bir hamam ge­leneği oian “Furo”nun, metal veya ahşap teknelerde uzun süre kalınabildiği için gevşetici ve te­davi edici bir etkisi olduğu düşü­nülür. Furoları, genel veya özel olsun, yıkanma ve tuvalet bölüm­lerinden ayrı yapan Japonlar, bu teknelere mutlaka yıkanıp kirlerinden arındıktan sonra girerler.

Evlerde bulunan özel turaların kullanımı bazı özel kurallar içer­mektedir. Sıra öncelikle yaşlıların­dır; ardından anneler ve küçük ço­cukları bereber yıkanır. 45 C dere­ce veya daha sıcak olabilen furolarda su, tüm ailenin peş peşe yı­kanabileceği biçimde ısıtılır. Japonya’da çok yaygın olan genel furolara “Sento” denir. Sentolar, tüm otellerde, gençlere ait yurt ve hostellerin hepsinde bulunur.

Heredot’un anlattıklarına bakılır­sa, Tuna-Don havzasında yaşamış olan İskitler, kızgın taşlar üstüne su ve kendir tohumu dökerek uyuşturucu bir buhar oluştururlar; bu buharla kabaran kirlerini kızıl­cık dalları ile kazırlardı. Bu İskit geleneğinin devamı olduğu düşü­nülen sauna, günümüzde Finlandi­ya’da ulusal bir gelenektir. Göl ke­narlarına veya fiyortların yakınla­rına yaptıkları tahta kulübelerine sıra sıra düz taşlar yerleştirerek bunları alttan odunla ısıtırlar. Isı­nan taşların üstüne soğuk su dökerek buhar elde ederler. Buhar banyosu sırasında ise kendilerini ağaç dalı veya özel sopalarla dö­ver, sonra soğuk suya girerler. Hatta, varsa karda yuvarlanmak­tan da çekinmezler ve tüm bu iş­lemlerin dolaşım sistemlerine iyi geleceğine inanırlar. Çoğunlukla halka açık olarak yapılan sauna­lar, bazı evlerde özel olarak inşa edilir. Bu mekanların içinde, kadın ve erkeklerin yan yana oturarak veya yatarak terlemesini sağlayan tahta basamaklar vardır. 

Alıntı : https://groups.google.com/g/tivranoz/c/BtBcvxRjDlk?pli=1

Hazırlayanlar :  Kerem, merakediyorum grubu üyeleri merakediy…@gmail.com

(Kaynak Focus – Kasım 1995 sayısından alınmıştır. Paragraf başlıkları yazıya eklenmiştir.)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir