Biliyormusunuz

İlk Müslüman Türk Kadın Sultan : “Belkîs-i Cihan Raziye Begüm”

Hindistan’da kurulan ilk Müslüman-Türk devletlerden biri olan Delhi Sultanlığı İslam’ın bu coğrafyadaki varlığının ilk halkası olarak kabul edilmektedir.

En parlak dönemini devletin kurucusu Kutbettin Aybek ile İltutmuş’un zamanında yaşayan Delhi Sultanlığı, pek çok hayrat yapmış ve kalıcı eser meydana getirmiştir.

Delhi Sultanlığı, döneminin en güçlü devletlerinden biri olmasının yanında, Hindistan’da ilk kez bir Müslüman kadın sultan tarafından yönetilmesiyle de dikkat çeker: Raziye Sultan…



Raziye Sultan (1236-1240) Hindistan’ın ilk Müslüman kadın hükümdarı olduğu gibi, Türk-İslam tarihinin de en önemli şahsiyetlerinden birisiydi. Babası İltutmuş’un ölümünden sonra taht mücadelesinin yaşandığı sırada tahta Raziye Sultan oturdu.

Öldüğünde otuz bir yaşındaydı. İsyanlara, ihanetlere, entrikalara, haksızlığa karşı yılmadan mücadele etmekle geçen dört yıldan da kısa yönetimiyle tarihe damgasını vurdu. İlginçtir ki, Moğol akınları sırasında Hindistan’a sığınan Türkistan sufileri ile birlikte Türk Sultanların türbeleri bugün yalnız Müslümanların değil Hinduların da ziyaretgâhıdır.


Bu sultan ve evliyaların neredeyse tek amaçları İslâmiyet’i yaymak olsa da, hiçbiri dinî hoşgörüden ayrılmamış, Müslim ya da gayrimüslim ayırt etmeden adaleti sağlamada hep haklının yanında olmuş, her kesime hizmet etmişlerdi.



Hindistan’da yeni bir dönemin başlangıcına işaret ediyor, dinî, millî, kültürel bir dönüşümü simgeliyordu. Delhi Türk Sultanlığının zaferle tutulmuş tarihî bir kaydı gibiydi, hemen her katında bir Türk Sultanın izi vardı; temelini Aybeg atmıştı, taşlarını İltutmuş döşemiş, son katını Tuğluklar çıkmıştı. Hepsi iki asır boyunca adaleti her şeyin üstünde tutan bir anlayışla Hindistan’ı yönetmiş, kulluktan sultanlığa bir yıldız gibi yükselmiş birbirinden seçkin liderlerdi. İçlerinde kısa ama sıradışı hayat öyküsüyle Raziye Sultan dikkati çekiyordu. İsmini Tancalı İbn Battuta Seyahatname’sinde geçirmişti. İltutmuş’un üç oğluna rağmen kendisinden sonra tahta geçmesini istediği veliahdıydı. Kanıyla canıyla genişlettiği, Aybeg’den miras aldığı bu değerli toprakları oğulları yerine kızına emanet etmeyi tercih etmişti.



Sekiz asır önce kadının değil siyasette, sosyal hayatta bile yerinin olmadığı bir dünyada, dört yıl boyunca Hindistan gibi bir ülkeyi idare etmiş olması, yalnızca Türk tarihi için değil bütün dünya tarihi için de çok önemli bir olaydı.

İltutmuş’un çocukları arasında cinsiyet ayrımı gözetmeksizin, her türlü önyargıdan uzak yalnızca liyakate göre verdiği bu karar elbette takdire şayandı. Hiç kuşkusuz kendi de, ondan önce gelen Aybeg de, sonraki Türk Sultanları da babadan oğula geçen bir sistemle değil, hak ettikleri için oturmuşlardı Delhi tahtına.


Raziye Sultan iyi aldığı eğitimle birlikte, daha babası hayattayken devlet işleriyle ilgilenmeye başladı. Ata binmeyi, ok, kılıç kullanmayı haremde oturup nakış işlemeye tercih etmişti. Dönemin tarihçilerine bakılırsa daha küçük yaşlardan itibaren parlak zekâsı, ileri görüşlülüğü, bilgeliği, iyilikseverliği, cesareti ve kahramanlığıyla, bütün bu istikbal vaat eden güçlü kişiliğiyle babasının kalbini fethetmişti. Ve ne olduysa Gwalior seferi sonrası olmuştu.



Yönetimi kızına emanet etmiş olan İltutmuş. dönüşünde onun inisiyatif kullanarak verdiği isabetli kararlar ve aldığı tedbirler karşısında hayranlığını gizleyememiş ve veliahtlık konusundaki kararını bir fermanla kalıcı kılmak istemişti. Fakat önyargıları kırmak demin kırmaktan zordu… İtirazlar anında yükselmişti: “Oğullar varken bir kızın tahta oturması, hiç de uygun değildi.”

Aybeg, İltutmuş, Balaban, Halaç, Tuğluk… Dini kimliklerini belirten diğer isimleriyle Kutbeddin, Şemseddin, Gıyaseddin, Alâeddin ve Muhammed. Her biri bugün Hindistan’ın, Endonezya’dan sonra en kalabalık Müslüman nüfusa sahip olmasını sağlayan Türk sultanlarıydı. Aslında Hindistan’ın İslâmiyet’le tanışması bu sultanlardan iki asır önce Sebük Tigin oğlu Gazneli Mahmud döneminde gerçekleşmişti, ama kalıcılığı sağlayan Delhi sultanlarıydı.



Aybeg başlangıçta Afgan kökenli Muhammed Guri’nin ordusunda sıradan bir askerken kısa sürede başarıları ve kahramanlıklarıyla önce başkomutanlığa, oradan da Delhi tahtına yükselmiş ve kendi devleti, Kutupşah Hanedanlığını kurmuştu. Ne tesadüftür ki, aynı yüzyılda Mısır’da Eyyübi Hanedanlığına son verip Memluk Devleti’ni kuran Türk beyinin ismi de Aybeg’di . Kanla, soyla gelen asalet anlayışı, başta Hindistan olmak üzere birçok devlette görülen kast ve sınıf sistemi çoğunluğu Kıpçak kökenli Memlukler arasında yoktu. Başarılı, liyakat ve erdem sahibi bir köle en üst makamlara kadar yükselebiliyordu. Araştırılmaya fazlasıyla ihtiyaç duyulan Türk tarihinin gizemli bir yüzüydü Memlukler.



Kutbeddin Aybeg Delhi’nin fethinden hemen sonra Kuvvetül-İslâm Camii ile Kutup Minar’ın inşasını başlattı. Bir cevgan oyununda attan düşüp hayatını kaybedince yerine damadı İltutmuş geçti. O da Aybeg’le aynı kaderi paylaşıyordu. Onlarınki köle pazarlarından başlayıp kapıkulluğuna, oradan da saraya uzanan; zekâları, sadakatleri, bilgelikleri, savaş ve siyasetteki yetenekleri, doğru ve dürüstlükleri sayesinde taçlanan mucizevi hayat öyküleriydi.



Adalet mülkün, yani devletin temeliydi. Bu sebeple sultanların her biri hak ve hukuku, düzeni tesis etmeyi ve âdil olmayı ilke edinmişlerdi. İbn Battuta iyilik ve erdemleriyle anılan İltutmuş ‘un adalet konusunda gösterdiği hassasiyeti şöyle anlatıyordu:

“Hint halkının tümü beyaz elbise giyer. O mazlumların ve şikâyetçilerin renkli elbise giymesini emretti. Halkın dertlerini dinlediği özel günlerinde veya atla gezintiye çıktığı zamanlarda renkli giyinmiş bir kimse gördüğü zaman ona zulmedeni bulur, hakkını alırdı ondan. Bu konuda diğer hükümdarları geride bırakacak dereceye geldi ve şöyle dedi: ‘bazılarına geceleri de zulüm yapılır! Bunların hakkını almakta da hızlı davranmak istiyorum!’ Bu sözlerinden sonra sarayının kapısına, iki burcun üstüne iki mermer aslan heykeli koydurttu. Bu heykellerin boynuna zincirler bağladı. Zincirlerin ucunda koca bir çan vardı. Haksızlığa uğramış bir zavallı gece vakti gelip çanı sallar, sultan bunu işitir işitmez yerinden kalkar, tarafları dinler ve meseleyi çözerdi.”



İltutmuş, Moğol akınlarına karşı durmuş nadir sultanlardan biriydi, üstelik bu saldırıları lehine çevirmiş Cengiz’in zulmünden kaçıp Hindistan’a sığınanlara, âlimlere, sanatçılara kucak açmış, kalıcılıklarını sağlamak üzere onlara devletin önemli kademelerinde makam ve mevkiler vermişti.



Kadınların sultan olmayacağı konusunda hemfikir olan Kırklar Meclisi, ne yazık ki vefatından sonra kızı konusundaki vasiyetini yerine getirmedi: “Benim oğullarımda hayır yoktur. Hepsi işret âleminde ziyan-ı vakt iderler. Agâh olunuz ki benden sonra umûr-i devleti çekip çevirmeye kadir kişi sadece Raziye Hatun’dur. Zira Raziye her yönden erkek kardeşlerinden üstündür. Gerçi kadındır ama zekâ ve basiret bakımından biraderlerinin hepsinden üstündür.”



Babasının sözlerini onaylarcasına büyük oğul kısa sürede hazineyi boşalttı. Annesi Terken Sultan onun zafiyetlerini kapatmaya saraydaki rakiplerini birer birer ortadan kaldırmakla başladıysa da, ana- oğulun saltanatları ancak birkaç ay sürdü. Bu arada Raziye’nin erkek kardeşi öldürüldü. İbn Battuta, Raziye’nin bu olay karşısında sessiz kalmadığını anlatıyordu:

“Raziye hoşnutsuzluğunu hemen gösterdi. Rükneddin onun da öldürülmesini istedi. Rükneddin bir Cuma günü namaz kılmak için saraydan ayrılırken Raziye mazlumlar gibi renkli elbise giymiş; büyük cami yakınında bulunan ve devlethane adıyla bilinen eski sarayın damına çıkmıştı. Oradan halka seslendi: ‘Kardeşim Rükneddin, öz kardeşim Muizziddin’i yok etti. Şimdi de beni ortadan kaldırmayı düşünüyor!’ Bu cümleden sonra babası Şemseddin Lelmiş’in halka yaptığı iyilikleri birer birer hatırlattı. Bu etkileyici nutkun ardından ahali akın akın toplandı, mescitte bulunan Rükneddin’e hücum ettiler. Onu yaka paça tutup Raziye’nin huzuruna getirdiler. Raziye onların karşısına çıkıp kesin buyruğu verdi: ‘Öldüren öldürülür!’ Kardeşine kısas olsun diye onu temizlediler. Son birader yaşça pek küçük olduğundan halk Raziye’nin başa geçip ülkeyi yönetmesi konusunda oybirliğine vardı. Bu kadın okunu ve sadağını yanına alıp devlet erkânıyla yola çıktığında onun erkek gibi ata bindiği ve yüzünü örtmediği görülürdü.”



Raziye Sultan dini, dili, örf ve adetleriyle birbirinden derin farklılıklara sahip bir coğrafyada sultanlık yaptı. Kaldı ki bu coğrafyada aynı dine mensup topluluklar içinde bile büyük fikir ayrılıkları yaşanıyor ve geleneklerle şekillenen siyasi ve sosyal hayat içerisinde kadının esamisi dahi okunmuyordu. Hele Hindistan asırlar boyunca kocalarının ölümünün ardından kadınların da kendilerini ateşe atarak yakmalarını teşvik eden tüyler ürpertici bir geleneğe sahipti. Asıl amaç mirasın kadına kalmasını önlemekti. Böyle olduğu halde bu insanlık dışı uygulama bir de ahde vefa kavramıyla,
dini törenlerle kutsallaştırılmaya çalışılıyor, bu yolu seçmeyenler horlanıp aşağılanıyordu.



Raziye Sultan, saltanatın bütün ritüellerini uyguladı; , cuma hutbelerinde belki de ilk defa bir kadının adı okundu, sikkeler, en süslü hil’atlerle donandı, Abbasi Halifesi dahi onun sultanlığını kabul dip onaylamak zorunda kaldı. Ordusunun başında savaşlara katıldı, muhalifler arasındaki birliği bozarak onları kendi tarafına çekmeye çalıştı hem Türk Beylerin hem de Hindu racaların ayaklanmalarını bastırdı, kanlı katliamlar düzenleyen Bâtıni isyanlarını bertaraf etti. Bir yandan da babasının kurduğu âdil yönetimi yeniden tesis edip düzeni sağladı, yollar yapıp ticareti geliştirdi, medreseler kurup eğitimi
güçlendirdi. Bütün bunların yanında bir de Şirin-î Dihlevi ve Şirin-î Gûrî mahlaslarıyla şiirler yazdı.

“Ey Şirin gel, muhabbet yoluna adım atma, bundan sakın
Yoksa sen bu yolda Ferhad’ın başına gelenleri işitmedin mi?”



Ama hiçbiri onun Ratanpur Kalesinde aylardır tutsak kalmış Türk Beylerini Hinduların elinden kurtarması kadar tarihte derin bir iz bırakmadı.

Dönemin bütün tarihçileri onun adaleti, iyilikseverliği, cömertliği ve cesareti hakkında hemfikirdiler. Ama yine de kadınlığı hep başına belaydı. Kırklar Meclisi onun gelenek ve göreneklere aldırmadan cüppe, külah giyerek erkekler gibi askerin, halkın arasında dolaşmasından rahatsızlık duyuyordu.

Raziye’nin Habeş asıllı kölesini yardımcısı olarak ataması ise bardağı taşıran son damla oldu. Devlet yönetiminde Türk asıllı olmayan birinin önemli bir makama getirilmesini beyler ve emirler hoş karşılamadı. Dahası “Zenci kölesiyle beraber olduğu” suçlamasına maruz kaldı ve Melik Altuniye’nin liderliğinde toplanan birlikler, köleyi öldürüp Raziye’yi Taberhinde ( Bhatinda ) Kalesi‘ne hapsettiler, yerine kardeşini tahta geçirdiler.


Kimi tarihçilere göre Taberhinde Meliki Altuniye çocukluğundan beri Raziye’ye âşıktı ve onun kölesiyle birlikte olma fikrine katlanamamıştı. Bu görüşü kanıtlar gibi ilginç bir gelişme oldu, kalede tutsak kalan Raziye Altuniye ile evlendi. Politik bir evlilik olmalıydı, çünkü hemen akabinde onunla birlikte taraf toplayıp kaldığı yerden iktidar mücadelesine devam etti, kardeşine savaş açtı.

Karı kocanın birlikleri ağır bir mağlubiyete uğratıldı. Yine kimi tarihçilere göre her ikisi de savaş meydanında öldürüldü. Ama İbn Battuta’nın bize anlattıkları çok daha trajikti:

“Taraflar arasında meydana gelen çetin savaşta Raziye’nin kuvvetleri ağır bir yenilgiye uğradı. Raziye kaçtı. Firar esnasında büyük sıkıntılar çekti. Açlık tehlikesiyle karşılaştı. Nihayet tarla sürmekte olan bir çiftçiye rastlayınca çarnaçar ondan yiyecek istedi. Adam ona bir parça ekmek verince bunu atıştırdıktan sonra uykuya daldı. Her zamanki gibi erkek giysisi vardı üzerinde. Lâkin uyuyan Raziye’ye bakan çiftçi, giysinin iç kısmında altın ve inciyle bezeli bir kaftan görünce karşısındakinin kadın olduğunu anladı; onu öldürdü, soydu, atını gasp etti, cesedini ise kendi arazisine gömdü! Bu arada
elbiselerinin bir kısmını alıp satmak için çarşıya götürdüğünde pazar esnafı onun bu durumundan kuşkulandılar; tuttukları gibi şıhnaya
çıkarttılar. Şıhna zaptiyebaşı demektir. Zaptiyebaşı ona dayak atınca dili çözüldü, Raziye’yi öldürdüğünü itiraf etti, gömülü olduğu yeri de onlara gösterdi. Cesedi çıkardılar, yıkadılar, kefenlediler ve oraya gömdüler. Üzerine de kubbe diktiler. Bu kabir, şu anda ziyaret edilen ve bereketli olduğu kabul edilen bir yerdir! Şehirden bir fersah uzaklıkta Cun (Yamuna) diye bilinen suyun kenarında kuruludur bu ziyaretgâh.”

Raziye Sultan öldüğünde otuz bir yaşındaydı. İsyanlara, ihanetlere, entrikalara, haksızlığa karşı yılmadan mücadele etmekle geçen dört yıldan da kısa yönetimiyle tarihe damgasını vurdu. İlginçtir ki, Moğol akınları sırasında Hindistan’a sığınan Türkistan sufileri ile birlikte Türk Sultanların türbeleri bugün yalnız Müslümanların değil Hinduların da ziyaretgâhıdır. Bu sultan ve evliyaların neredeyse tek amaçları İslâmiyet’i yaymak olsa da, hiçbiri dinî hoşgörüden ayrılmamış, Müslim ya da gayrimüslim ayırt etmeden adaleti sağlamada hep haklının yanında olmuş, her kesime hizmet etmişlerdi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir